22 Mayıs 2013 Çarşamba

Su ve Biz

İçimizdeki Su
Yetişkin bir insan vücudunun %60 kadarı sudan oluşmaktadır. 
Beyin ve kalbin %73'ü, akciğerin %83'ü sudan ibarettir. 
Cildimizin %64'ü su içerir, hatta kemiklerin bile %31'i sudur. 
Yediğimiz gıdaların enerjiye dönüşmesi için sindirimi su sayesindedir. 
Su, atıkların, toksinlerin vücuttan dışarı atılmasına yardım eder ve vücut ısısının muhafazasında önemli rol oynar. 
İnsan vücudu, hayatta kalabilmek için günde belli bir miktar suya ihtiyaç duyar. İhtiyaç duyulan miktarlar yaş, cinsiyet ve coğrafi konuma göre farklılık gösterir. 
Genellikle yetişkin bir erkek günlük 3 litre suya ihtiyaç duyarken, yetişkin bir kadının günlük su ihtiyacı 2.2 litredir. Vücudun ihtiyaç duyduğu bu ortalama su miktarlarının bir kısmı yediğimiz gıdalardan sağlanır.* 
Farklı kişiler, farklı oranlarda vücut su oranlarına sahiptir. En yüksek oran %78 ile yeni doğan bebeklerde görülür. Bebek 1 yaşına geldiğinde bu oran yaklaşık %65'e geriler. Yetişkin erkek vücudunda oran %60'a kadar gerilerken yetişkin kadın vücudundaki su oranı %55'e geriler. Bu farklılığın sebebi, kadın vücudunun erkek vücuduna göre daha fazla yağ dokusuna sahip olması ve yağ dokusunun, yağsız, yalın dokudan daha az su içermesidir. Hal böyle ise: 
- bebekler ve çocuklar, yetişkinlere oranla daha fazla su içerir. 
- kadınlar erkeklere oranla daha az su içerir. 
- yağ dokusu fazla olan kişiler, daha az yağ dokusuna sahip kişilere oranla daha az su içerirler. 
Yeryüzünde yeterli miktarda su olmadan varlığımızı sürdürmeyiz.** 
Günlük olarak normal vücut fonksiyonları ile 2.5 - 3 lt civarında su kaybetmekteyiz. 
Susama hissi oluşana kadar geçecek sürede dahi eksilmiş olan su miktarı vücudumuzda olumsuz etkilerini göstermeye başlar. 
İdeal vücut su seviyesindeki hafif bir azalma metabolizmayı %3 oranında yavaşlatmaktadır. Hafif miktarlarda dahi olsa su eksikliği gün içinde yorgunluk hissetmemize neden olur. Yapılan bilimsel araştırmalar, vücut sıvılarında %5 oranında bir düşüşün %25 -30 civarında enerji kaybına neden olduğunu, sıvı kaybı %15'e vardığında ise ölüme sebebiyet verdiğini göstermektedir. 
Yeterli miktarda ve kalitede su tüketimi cilde pürüzsüz, sağlıklı ve genç bir görünüm sağlar. 
%75-85 oranında su içeren beyin dokusundaki su eksilmesi beynin fonksiyonlarını yerine getirmek için ürettiği enerjinin düşmesine neden olur. Bu sebeptendir ki, su kaybı ile depresyon ve kronik yorgunluk sendromu birbiriyle alakalıdır. 
Kıkırdakların su seviyesindeki azalma eklemleri daha fazla sürtünmeye maruz bırakarak, eklemlerde yıpranma ve ağrıya sebep olur. 
Omurgamız üst vücut ağırlığının yaklaşık %75'ini taşır ve Spinal disk çekirdeği içeriğinde oluşabilecek su kaybı, omurgayı suyun hidrolik etkisinden yoksun bırakacağından sırt ağrılarına sebep olur. 
Hamilelikte sabah bulantısı da su kaybı ile ilgilidir, bu bulantılar fetusun anne vücuduna gönderdiği daha fazla suya ihtiyacım var sinyalleridir. 
Su eksikliği kanın kalınlaşmasına neden olur ve dolayısıyla kalbin kan pompalamasını güçleştirir, ayrıca kılcal damarları tıkayarak, hayati organlara gerekli besinin ulaşmasını zorlaştırır. 
Su kaybı ile histamin seviyeleri yükselir ve astım vb sorunlara sebebiyet verir. 
Bu listeyi uzatmak mümkün ama bu kadar bilgi suyun insan vücudunda yeterli seviyede olmasının hayati önemini vurgulamak için yeterli olacaktır. Bir başka yazıda da burada önem ve miktar açısından irdelediğimiz vücudumuzdaki suyu nitelik açısından irdeleyeceğiz.

24 Nisan 2013 Çarşamba

Kolesterol Nedir, Neden Yükselir

Kolesterol
Bir check up için veya herhangi bir sağlık sorunundan dolayı doktora gittiniz, ön görüşmeden sonra kan tahliline yönlendirildiniz. Tahlil sonuçlarını aldınız ve tekrar doktorunuza sonuçlarla beraber gittiniz. Doktorunuz size kolesterolünüzün yüksek olduğunu söyledi ve hemen kolesterol düzeyinin kontrol altına alınması gerektiğini ve bu yüzden de size uygun gördüğü (veya hangi ilaç firmasına kendini daha yakın hissediyorsa o firmanın empoze ettiği, veya diğer eczanelerde pek kolay bulunmayan ama eczacı olan eşine açmış olduğu ticarethanede bol miktarda stoğu bulunan markayı) çarçabuk reçete etti. Eğer biraz iyi niyetli bir hekimse size beslenmeniz ve yaşam tarzınızla ilgili bir kaç tavsiyede bulundu. Sonra da ekledi, bir ay kadar bu ilaçları alın sonra tekrar görüşelim, bir daha bakalım kan tahlilinize dedi. Siz de akıllı uslu bir hasta olarak inandınız, güvendiniz. Kiminiz ilaçlarınızı aldınız ve yediğinize içtiğinize dikkat ettiniz. Kiminiz ilaçlarınızı alırken doktorunuzun önerdiği beslenme tarzını uygulamak yerine eski beslenme alışkanlıklarınızı devam ettirdiniz. Bir ay sonra tekrar kan tahlili için doktorunuza gittiğinizde muhtemelen karaciğer değerlerinizin (ALT, AST) bozulduğunu gördünüz, eğer bu sefer bozulmadıysa acele etmeyin bir müddet sonra bozulacaktır. Eğer değerlerdeki bozulma çok fazla ise iyi kalpli doktorunuz size başka bir dost ilaç firmasının ürününü reçete edebilir bu kez. Değerler az (neye göre az?) bozuksa ilaca devam. Bir de göz dağı veren iyi kalpli hekimlere de rastlayabilirsiniz, şöyle diyebilirler size, "nasıl kireç su borularını daraltıyor ve hatta bazen tıkıyorsa, yüksek kolesterol de damarlarınızın böyle daralmasına ve tıkanmasına neden olabilir. Hiç de belirti vermeden olur bu. Sonunda da, hani derler ya aslan gibi delikanlıydı, sapasağlamdı, aniden öldü gitti hikayesini anlatırlar arkanızdan." Bunları duyup da bu ilaçlarla yaşamaktan başka bir şansınız var mı? Pek çok diğer hastalıkta olduğu gibi, siz de ilaç endüstrisinin oltasına takıldınız. Yine pek çok diğer hastalıkta olduğu gibi, meselenin temeline inmek yerine, belirtilerini kaldırmaya yönelik bir tedaviye (?) tutsak oldunuz. Zira, yüksek kolesterol bir hastalık mıdır yoksa başka bir sorunun göstergesi midir? Bu nedense pek irdelenmemektedir. Eğer biraz entellektüel ve sorgulayan bir kişiliğe sahipseniz, hastalığınız (!?) ve kullandığınız ilaç ile ilgili bir google araştırması yaparsınız, ya da ikinci bir hekim görüşü alabilirsiniz. Ancak, genelde sonuç pek değişmez ve ilaca devam edilir. Aslında yeterince derin araştırma yapıldığında bu pek çoğu statin grubundan olan ilaçların ne kadar çok yan etkisi olduğu ve vücudumuzda ne kadar hasara neden olduğu görülebilir. Bazıları ise çok geniş ve rahat bir hayat felsefesine sahip olduğundan ve yüksek kolesterol gündelik hayatımızda pek bir belirti, rahatsızlık vermediğinden, ilaç almaktan başlarda vazgeçebilirler. Bu arada TV ve gazetelerde, kolesterol ve kolesterol ilaçları ile ilgili kafa karıştırıcı konuşma ve tartışmalara da tanık olursunuz. Bir görüş der ki kolesterol sizin için aslında iyidir, sizi zararlı diye kandırıyorlar. Diğer görüş ise, kolesterol çok tehlikeli ve hatta ölümcüldür. İyiden iyiye kafanız karışınca, kiminiz ilaç almaktan vazgeçer, kiminiz ise uslu bir ilaç tüketicisi olmaya devam eder. Ardından, bazı doktorlar, bu basın yayın organlarında yer alan, özellikle son dönemde Sayın Prof. Dr. Canan Karatay Efendigil ve karşıt görüş savunucuları arasında geçen tartışmalar sonucunda statin grubu ve benzeri ilaç kullanımını bırakanları geri kazanabilmek için çabalarlar. Yine korku salmak için, bu tartışmalar sonucunda ilaç almaktan vazgeçen hastaların başlarına gelen ürkütücü hikayeleri yaymaya başlarlar. Ne acıdır ki kan tahlillerinde kolesterolü yüksek görülen kişiler arada bocalar dururlar, zaten hayatımızda pek çok dert varken bir de bu ilaçları alalım mı, yoksa bırakalım mı derdiyle baş başa kalınmıştır. Evet, aslında Karatay Hoca doğru der, bu kolesterol vücut için gerçekten de faydalı galiba ama ya bu ilaçları almadığım için damarlarım tıkanırsa ne olacak. Nasıl bir ikilemdir bu? Bahsedilen diyetler de çelişkilerle dolu. Sebze, meyve, ot ağırlıklı beslenme öneriliyor ama o zaman otla beslenen ineklerde neden kolesterol var? Yahu şu lezzeti güzel olan her şey mi zararlı? Gibi pek çok soru... Şimdi biraz düşünelim. Bu kolesterol dedikleri nedir, neden yükseliyor, neden herkeste yüksek çıkmıyor da bazılarımızda yüksek seyrediyor. Söylendiği gibi genetik faktörlerin etkisi var mı gerçekten. Ebeveynlerinde yüksek kolesterol sorunu olan bireylerde gerçekten de daha sık görülüyor, evet, ama bu genetik mi yoksa anne babalardan öğrenilmiş yanlış beslenme alışkanlıklarının sürdürülmesinin bir sonucu mu? Uzun lafın kısası, aslında kolesterol bizim için son derece faydalı. Nedeni burada kısaca açıklanacak, takip edecek yazılarımızda da daha net ve detaylı olarak yer alacak. Kolesterol faydalıdır çünkü, insan vücudunun % 70'i sudan oluşmaktadır, aynı dünyamız gibi. Ve vücut sıvılarının çok hassas ideal olan bir pH dengesi yani asit baz dengesi vardır ve bu denge asit yönünde bozulduğunda yani asidikleştiğinde doğal olarak damarlarımızdaki kan da asidikleşmekte, artan asit oranı karşısında damarlar beynimize bana yardım gönder, asit damarları tahrip ediyor, böyle giderse çatlama, hatta parçalanma ihtimalim var diyor. Bu yardım talebi de yine vücudun kendi imkanlarıyla ürettiği kolesterol şeklinde karşılık buluyor. Yani kolesterol yardıma koşup damarlarımızı yüksek asitten korumak üzere, öncelikle de damarların hasar gören bölgelerini kaplayarak plaklar oluşturuyor. Modern tıbbın dahi çocukları da tahlilde yüksek çıkan kolesterolü statinler ve diğer etken madde içeren ilaçlarla dizginlemekten başka bir şey yapmıyorlar nedense. Teşbihde hata olmaz deyip, ateşi yüksek olan hastaya sadece ateş düşürücü ilaç verip, bu ateşin çıkma sebeplerini göz ardı etmek gibi. Bu ilaçların yan etkileri ise detayları ile başka bir yazımızda yer alacak.

16 Nisan 2013 Salı

Sağlık Sorunları

Toplumca çektiklerimizin başında hiç şüphesiz sağlık sorunları geliyor. Sağlığımız en değerli hazinemizdir. Kanuni Sultan Süleyman sağlığın önemini "olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi" diye vurgulamıştır. Dünya Sağlık Örgütü "fiziksel, zihinsel ve sosyal olarak iyi olmak" şeklinde tanımlanmakta sağlığı. Sağlıklı olmanın önemi hepimizce malum ama ne yazık ki çoğumuz hayatımızın belirli dönemlerinde farklı sağlık sorunlarıyla karşılaşmaktayız. Kimi kısa sürelerde gelip geçmekte, kimi yaşamımızı uzun süreli olarak etkilemekte, bazen yaşamın sonlanmasına sebep olmakta. Modern tıbbın ilerlemesiyle birlikte pek çok sağlık sorununa çözümler getirilmekte. Ama hala pek çok hastalık da tedavi edilememekte. Çoğu kez tedavi adı altında belirtilerin giderilmesi, diğer adıyla semptomların giderilmesi günümüzde sık rastlanır bir durum. Bu modern tıbbın uygulamasında bir sorun olduğunu düşündürüyor. Esas olan semptomları yok etmek değil, altında yatan sebepleri bulup, sorunu temelinden çözmektir. Bazen tedavi etmekte yetersiz kalınca da hemen ameliyat masasında kesip biçmek kestirme bir çözüm olarak kolayca önümüze sunulmakta. Bazen da sorunun ne olduğunu bulamayan hekimin, durumun psikolojik olduğuna kolayca karar vermesi de ne yazık ki yaygın bir davranış kalıbına dönüşmüş durumda. Hastaların kolayca ameliyata yönlendirilmesinde artık tam anlamıyla ticarete itilmiş olan sektörün para hırsı yatıyor olabilir. Kestirme yoldan semptomların tedavisine yönelmek milyar dolarlık ilaç endüstrisinin bir oyunu olabilir. En basit rahatsızlıklar için bile çok miktarda ilaç şeker dağıtır gibi ne kolay reçete edilmekte. Psikolojiktir deyip geçmek, belli branşlarda uzmanlaşan hekimin genel tıp bilgisinin, eğitiminin yetersizliğinden kaynaklanabilir. Sağlık sorunlarının yaygınlığı, her bireyi ilgilendiriyor oluşu, dev bir pazar oluşturuyor. Bunun doğal bir sonucu olarak da ilaç sektörü dünyanın en büyük sektörlerinden birisi haline gelmiş durumda. Konu bir sektör, bir ticaret konusu olduğunda da daha fazla satmak, daha çok kar etmek maalesef öncelik kazanıyor. Bu, makro boyutta ülke ekonomileri üzerinde de çok büyük bir etkiye sahip, bizdeki SGK olsun, diğer devletlerin sosyal güvenlik kurumları olsun, ülke ekonomilerinde çok büyük bir yük teşkil etmekte. Bu yüzden de politikacıların sıklıkla uğraştığı bir alan oluşturmakta. En büyük ekonomilerden biri olan ABD'de dahi Health Care adı altındaki sistem, ülkemizde de sıkça görüldüğü üzere, her dar boğaza girildiğinde tırpanlanırken, seçim vaatlerinde de sıklıkla dile getirilen bir konu olmaktadır. Toplumun temel taşları olan birey açısından da, gerekli gereksiz alınan her türlü ilacın yan etkileri, vücutta yarattığı tahribat, gerekli gereksiz yapılan ameliyatların olumsuz sonuçları, sosyal güvencesi olsun veya olmasın aile ekonomisi üzerindeki etkileri de yadsınamayacak boyutlardadır. İşte bu noktada bunca ilaca ve ameliyatlara gerçekten de ihtiyacımız var mı, yoksa hastalıkların oluşmaması için toplum sağlığını daha iyi korumak için daha fazla çaba harcanması gerekmez mi gibi soruların cevaplarının aranması önem kazanmaktadır. Unutmamalıyız ki en iyi tedavi, toplumun bilinçlenmesi, sağlığını nasıl koruyacağı konusunda eğitilmesidir. Hekimlerin dev ilaç sektörünün empoze ettiği ilaçları bir çırpıda reçete etmek yerine, sorunların nedenlerine inerek gerçek tedavi uygulayabilecek eğitim ve disiplinde yetişmesi, ilaç firmaları ile olan her türlü çıkar ilişkisinin sonlanması da acil olarak atılması gereken bir adımdır. Konferans, ilaç tanıtım semineri vs adı altında doktorlara hediye edilen uygulamada turistik tatiller, verilen diğer hediye ve eşantiyonlar artık ayyuka çıkmıştır. Toplumca bilinçlenmek, önce sorunların neler olduğu hakkında bir farkındalık, ardından da, doğru düşünce tohumlarının atılması ve iyi niyetle bu tohumların meyvelerini alıncaya kadar çalışmak, hepimizin istediği sağlıklı, mutlu ve huzurlu bir yaşamın ön koşulu olduğu bir gerçektir. 

8 Nisan 2013 Pazartesi

Çekiyoruz Ama Neden ?

Çekiyoruz

Toplumca kültürümüzün içine derinlemesine işlemiştir acı çekmek kavramı, o kadar ki, hatırlayanlarınız olacaktır, pek çok kişinin kendinden bir şeyler bulduğu bir karakter vardı "acıların çocuğu" dedikleri.
Acı çekmenin neredeyse bir erdem olduğu zannediliyordu.
Çektiğimiz acılar her zaman için yanlış düşüncelerin meyvesidir. Kendimizle uyum içinde olmadığımızın bir belirtisidir.
İyi düşünce ve davranışlar asla kötü sonuçlar üretmez. Kötü düşünce ve davranışlar da asla iyi sonuçlar doğurmaz. 
Acı çekmenin tek ve yegane işe yarar yanı, bu süreçte, faydasız, verimsiz ve saf olmayan her türlü düşünce tohumlarının ayıklanıp bertaraf edilmesidir. 
Aslında bir aydınlama ve saflaşma sürecidir. 
Çoğu kez duygu ve düşüncelerimizi gizlediğimizi zannederiz, ama sadece kendimizi kandırırız. Hiçbir düşünce asla gizli kalmaz. 
Gizliden gizliye aklımızdan geçenler dahi bir tohum olarak toprağa düşer ve buna izin verdiğimizde de ilk fırsatta kök salmaya, kendi türünü çoğaltmaya ve sonucunda da bizi ve etrafımızda gelişen olayları etkilemeye başlar. 
Esasında güç ve kontrol bizdedir, zihnimiz ne tür düşünce tohumlarını toprağa atıp atmayacağımızı pekala seçebilir. 
Kısacası acı çekmeye devam etmek veya bundan vazgeçmek, bizim elimizdedir ve bunun da yegane yöntemi düşünce sistemimizi düzeltmek, yani doğru düşünceleri aklımızla, zihnimizle seçmektir. 
Yoksulluk ve boyun eğmek perişanlığın iki aşırı ucudur, her ikisi de sağlıksız düşüncelerin ürünüdür. 
Sağlık, mutluluk ve başarı ancak kişinin iç ve dış dünyası uyum içinde olduğunda kazanılır. Kişi sızlanmak, yermek ve başkalarını suçlamaktan vazgeçmekle ilk ve önemli adımı atmalıdır. 
Olaylar ve kişiler hakkındaki görüşlerimizi değiştirdiğimizde, koşullar ve kişiler de buna bağlı olarak değişmeye başlayacaktır. 
Karakterimizi oluşturan düşünce yapımızdaki hataları ciddiyetle düzeltmeye başladığımızda çok hızlı ve belirgin ilerleme kaydederiz. Olası iniş ve çıkışları da seri bir şekilde atlatırız. 
İnsanlar, bir an önce iyi koşullara kavuşmak için sabırsızlanırken, kendilerini geliştirerek düzeltmeye, yani değişmeye karşı isteksiz olabilmekte. Bu nedenle de mevcut durumlarına mahkûm kalmaktalar. 
Biz kendimizde gerekli olan değişimleri yapabildiğimizde ise koşulların lehimize dönmesi için önümüze sayısız fırsatlar çıkar.

5 Nisan 2013 Cuma

Düşünce ve Biz

Düşünce

Bireyin kişisel bakış açısıyla şekillenmiş olan bilincinin de rol aldığı her türlü zihinsel veya entelektüel aktivite düşünce olarak adlandırılır. 
Her şey düşünmekle başlar, bir tohumdur düşünce, zihnimiz de bu tohumları eken bahçıvan. Toplumca.net internet sitesi de bir düşünce tohumunun ürünüdür. 
Bizi biz yapan düşüncelerimizdir. Kişi kalbinin en derinlerinde kendisi hakkında ne düşünüyorsa O’dur ve karakterini de bu düşünceler belirler. 
Hepimiz biliyoruz ki “ne ekersek onu biçeriz”. Patates tohumu ektiğimiz bahçede tabii ki nergis çiçekleri çıkmayacaktır. 
İyi ve sağlam bir karakter sahibi olmak da doğuştan gelen veya tesadüfen elde edilmiş bir özellik değil, doğru düşünceler barındırmaya devamlı olarak çaba göstermenin, yani doğru tohumları ekmenin doğal bir sonucudur. 
Tersine, kötü ve istenmeyen bir karakter de aynı şekilde, ekilen zararlı, zehirli tohumlar, yani yanlış ya da olumsuz düşüncelerin ürünüdür. 
Bu iyi ya da kötü tohum tercihlerinden başka bir diğer tercih ise bahçeye hiç bir tohum atmamaktır. İşte burada ünlü Alman filozof Martin Heidegger’in “Bu düşündürücü dönemde, en düşündürücü olan, hala düşünmüyor olmamızdır” sözü tam da yerini bulmaktadır. Bakımsız, işlenmemiş bir bahçe ancak diken ve yaban otları verecektir.

Düşünce ve Yaşadıklarımız

Arayan Bulur 

Bazen hepimizin kendini kapana kısılmış ve çaresiz hissettiği durumlar olabiliyor. Bizi bu tür durumlara sokan da, bu durumlardan çıkartacak olan da düşüncelerimizdir. Yani ektiğimiz ve ekeceğimiz tohumlar. Davranışlarımız, olaylara verdiğimiz tepkiler, düşüncelerimizin filizleri; mutluluk ve çekilen acılar ise ektiğimiz düşünce tohumlarının acı veya tatlı meyveleridir. En zayıf ve çaresiz hissettiğimiz zamanlarda dahi zihnimiz doğruları bulabilecek kapasitededir, yeter ki, ektiğimiz düşünce tohumlarının kendimiz, etrafımızdaki kişiler, yaşantımız ve dış koşullar üzerindeki etkilerini izlemeyi, kontrol altında tutmayı ve gerekli düzeltmeleri yapmayı bilelim. Eğer sabırla, en önemsiz gibi görülenler de dahil olmak üzere, tüm deneyimlerimizi, neden - sonuç analizine tabi tutarsak, doğruları pekala kendi kendimize buluruz. Tabii ki çok çaba gerektirecek. Öncelikle gerçekten de istemek gerekiyor. Bir başka deyişle hakikaten niyet etmek ve bu yola baş koymak lazım. İnanın o kadar da zor değil. Varlığımızla ilintili tüm cevaplar zaten ruhumuzun derinliklerinde bizim onları bulmamızı bekliyor. Yeter ki aramak için yola çıkalım.

Çevresel Faktörler 

Şimdi diyeceksiniz ki içinde bulunduğumuz durum tamamen ve sadece bizim ne düşündüğümüzden mi ibaret, etrafımızdaki kişiler, bulunduğumuz ortam ve benzeri dış koşullar hiç mi etkili değil. Bahçeye bir tohum atıyoruz ama işimiz burada bitmiyor, gerekli tüm bakımı yapıyoruz, yabancı otları ayıklıyoruz, suyunu, gübresini veriyoruz, gereken tüm çabayı harcıyoruz ancak tohumun gelişmesi, filizlenmesi, ürün vermesinde etkili olan dış koşullar da var. Evet, tabii ki de var, ve olmak zorunda. Zira daha önce vurgulandığı üzere, karakterimizi düşüncelerimizin toplamı oluşturmaktadır ve karakter kendini ancak ve ancak toplum içinde, bulunulan ortamda ortaya koymaktadır. Aslında bu çevre ve dış koşullar her zaman bizim iç dünyamızla uyum içerisindedir. Bu, kişinin içinde bulunduğu durumun her zaman tüm karakterinin bir yansıması olduğu şeklinde değerlendirilmemelidir. Sadece, belirli bir dönemde, bireyin gelişimi için büyük önem taşıyan bir düşünce ile alakalı yaşanması gereken durumlar olarak görülmelidir. Bu dış koşullar hoşumuza gitsin veya gitmesin mutlaka bize bir şeyler katacaktır. Belki içimizde aradığımız bir sorunun cevabını bulacağız, belki de kişisel gelişimimiz için ihtiyacımız olan bir tecrübe yaşamamız gerekiyor. Unutmamalıyız ki hiç bir şey sebepsiz yere olmamaktadır.